YAYED
YAYED
YAYED
YAYED
YAYED

Yerel Seçimler

E-Bülten

YAYED

SU Politik Çalışma Grubu Bilgi Notu: Su Kanunu...

 

 

 

Su Kanunu Taslağı ve Havza Yönetmeliğinin Eleştirisi

 

Su-Politik Çalışma Grubu

Bilgi Notu

Ekim.2012

 

2009 Mart ayında İstanbul’da düzenlenen 5. Dünya Su Forumundan bu yana daha da hız kazanan su yapılarının oluşturulması ve gerekli yasal düzeneklerin sırayla uygulamaya konması süreci geçtiğimiz günlerde listelere ulaşan “Su Kanunu Tasarısı” ve “Havza Yönetmeliği” ile yeni bir aşamaya ulaştı. Su Politik Çalışma Grubu olarak bu taslağın maddeleri üzerinde eleştirel bir gezinti yapmanın önümüzdeki dönem mücadelelere ışık tutabileceği öngörüsünden hareketle aşağıdaki çalışmayı kamusallaştırmanın önemli olacağını düşündük.

Taslağın maksat ve kapsamının anlatıldığı 1. Maddesinde geçen ibarelerden anlaşıldığı kadarıyla sadece jeo-termal sular ile -kıyı şeritleri hariç tutulmak kaydıyla- denizler bu kanun taslağı dışında bırakılmaktadır. Kıyı suları, Havza Yönetmeliğinin 4/1.v maddesinde kıyı çizgisinden itibaren bir deniz mili tarafındaki sular olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Su Kanununda denizlerin hariç tutulduğu gibi bir yanılgıya yol açan 1. Maddede, hariç tutulan gerçekte sadece jeo-termal sulardır. Başka bir deyişle bu taslağın yasalaşması halinde neredeyse güneşin altında kalan bütün sular kanun kapsamında sayılacaktır.

Yine taslağın Genel Hükümler bölümündeki 3. Maddede su kaynaklarının malik ve zilyedinden bağımsız olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında olacağı belirtilmektedir. Böyle bir ifade tek başına alındığında bir “kamusallık” algısı yaratma riski barındırdığı için üzerinde etraflıca düşünmekte yarar vardır. Ancak bu konuyla ilintili hükümler çalışmanın ilerleyen bölümünde ve sırasıyla ele alınacağı için bu etraflıca düşünme işi de bu bölümlere bırakılmıştır. Madde 3 ün devam eden paragrafında ise şu açıklama dikkat çekmektedir:

“Ancak, su kaynaklarının bulunduğu arazinin malik veya zilyedinin, su kaynakları üzerinde; bu taşınmaz için ihtiyacı kadar sudan öncelikle faydalanma hakkı vardır.”   

Yukarıdaki cümlede geçen “ihtiyaç” kavramının doğasındaki muğlaklık ve belirsizlik örneğin bir fabrika arazisi içinde kalan bir su kaynağının kullanımında, fabrika sahibine üretiminin ihtiyacına denk düşen bir su miktarında kullanım önceliğinin verilebileceğini göstermektedir. Benzer şekilde büyük çiftlik yapılarının kurulu olduğu arazilerde bulunan su kaynaklarında da öncelik bu çiftliklere verilecektir ki –dayanışma yerine güç ve rekabetten beslenen-  bu durum özellikle su kıtlığı yaşanan bölgelerde çatışma ve gerilim riskleri barındırmaktadır. Ya da meseleye bir de tersinden bakacak olursak, söz konusu su kaynağının geçimlik tarımla uğraşan küçük bir toprak sahibinin arazisinden geçtiği durumlarda bu arazinin sahibinin suya duyacağı ihtiyaç görece daha az olacaktır. Dolayısıyla kaynağın kalan bölümü üzerinde HES, baraj veya içme suyu tesislerinin ipotek koyması mümkün olabilecek, bu da kaynaktaki su miktarının günden güne, hızla azalması ve sonunda tükenmesi anlamına gelecektir. Ayrıca bu maddede sözü geçen “ihtiyacı kadar” vurgusu, bu sınıra kadar olacak kullanımların bedelsiz olacağı şeklinde okunmamalıdır. Zira ücretlendirme ile ilgili bölümde bu konu etraflıca ele alınmaktadır.

İlkelerin anlatıldığı 4. Maddenin ‘ç’ paragrafında ise “su kaynaklarının ekonomik ve ekolojik ihtiyaçlara en uygun şekilde kullanılması”nın bir ilke olarak benimsendiği görülmektedir. Taslağın en önemli becerilerinden biri de birbiriyle değil uyuşması, bağdaşması bile mümkün olmayan zıtlıkları özdeşlikmiş gibi ifade etmektir, tıpkı ekonomik ve ekolojik ihtiyaçların özdeşleştirilmesinde olduğu gibi. Şöyle açıklayalım, bir su kaynağı ekonomik ihtiyaçlara göre kullanıldığında son damlasına kadar paraya dönüşmesi, tümüyle piyasa döngüsüne dahil edilmesi gerekir. Fakat bu durum aynı kaynağın ekolojik ihtiyaçlarının tümüyle gözden çıkarılması anlamına gelir. Benzer şekilde ekolojik ihtiyaçlara öncelik verilecek olursa, kaynağa ekonomik bir değer olarak bakılmaması, kaynağın piyasa ve rekabet ilişkilerinden azade tutulması gerekecektir. Yani, ekonomi ve ekoloji aynı anda, bir arada gözetilemez. 

Nitekim, yine 4. Maddenin ‘e’ fıkrasında “Suyun yönetim hizmetleri karşılığında ücretlendirilmesi”ne, ‘f’ fıkrasında ise ‘suyu kullanan ve kirleten öder” ilkelerine yer verilerek, yukarıdaki tespitimizin doğrulandığı, yani Su Kanununun ekonomik ihtiyaçlara odaklanacağı görülmektedir. 

Taslağın 2. Bölümünde 6. Maddede “sosyal, ekonomik ve ekolojik ihtiyaçları karşılayacak bir Ulusal Su Planı kurulacağı” belirtilmektedir. Yukarıda yaptığımız zıt kavramların sanki özdeşmiş gibi gösterildiği yönündeki eleştirimiz bu cümle için de geçerlidir. Güncel hayattan örneklemek gerekirse HES projeleri ve uygulamaları yerel halk, yani “sosyal” olan, yani yerel toplumlar açısından için birer “felaket” iken, bu yatırımları yapan enerji şirketleri açısından birer ekonomik ihtiyacı temsil etmektedir. Aynı HES projeleri hem dereleri kuruttuğu, hem doğal dokunun bozulmasına yol açtıkları için ekolojik açıdan da yıkımlara neden olmaktadır. Ama 6. Maddede ekonomik ihtiyaçla çatışma halinde olan sosyal ve ekolojik ihtiyaçlar da sayılarak bu düzenlemenin yıkıcılığı gözlerden gizlenmeye çalışılmaktadır.

Havza yönetim planlarının ele alındığı 7. Maddenin 2. fıkrasında

“Havza yönetim planlarında belirtilen tedbirler alınmasına rağmen tanımlanan hedeflere ulaşmanın,  teknik, ekonomik sebepler veya tabii afetler sebebiyle imkânsız olduğu durumlarda, gerekçeler dikkate alınarak plan hedeflerinin değiştirilebileceği”.   

belirtilmektedir.  Başka bir deyişle örneğin ekonomik hedeflere ulaşılamadığında plan hedefleri ilerletilebilecek, doğal yıkım süreçleri daha da hızlandırılabilecektir. Ya da şirketlere metreküp su miktarları üzerinden verilen taahhütler kuraklık ve benzeri doğal koşullar yüzünden azaldığında taahhüt edilen su kullanım miktarları arttırılabilecektir. Tabii bunun tersini de düşünmek mümkündür, örneğin ciddi bir kuraklık riski söz konusu olduğunda can suyu için ayrılacak miktarların devlet tarafından arttırılabileceği de öngörülebilir. Ancak Türkiye’deki siyasi iktidarın “kalkınma” söylemi altına gizlenerek sermaye birikimi sağlanması yönündeki çabaları bu ihtimalin ihmal edilebilecek kadar az olduğunu göstermektedir. Kaldı ki Havza Yönetmeliğinin 4/1.u fıkrasında “Kaynak maliyeti” tanımlaması yapılmakta ve bu maliyetin Su kaynağının tabii beslenme ya da yenilenme oranının üzerinde tüketilmesi yüzünden diğer kullanımlar için kaçırılan fırsatların maliyetlerini içereceği belirtilmektedir. Dolayısıyla gerek Su Kanunu gerekse kanuna bağlı olarak çıkarılan yönetmeliklere göre su kaynaklarının yenilenme oranlarının çok üzerinde tüketilmesine onay verilmektedir.

Su Kanununun Taşkın yönetimi ile ilgili 8. Maddesinde akarsular üzerine yeni yapıların yapılacağı bir kez daha güvence altına alınmakta ve tabii akışın yönünü değiştirecek ya da akış kesitini etkileyebilecek yapılar için yalnızca bir izin prosedüründen bahsedilmektedir. Diğer bir deyişle bu tasarı, kurulacak yapılar yüzünden su akışlarının yönünün değişmesini, kesitlerinin etkilenmesini normal ve olağan bir durum olarak tanımlarken yalnızca bu süreçlerde DSİ’den izin alınmamış olmasını bir eksik olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla Su Kanunu aracılığıyla su kaynakları üzerine yapıların inşa edilmesi olgusu da yasal bir meşruiyet kazanmaktadır.

Taslakta su kaynaklarının korunması ile ilgili bölümün 9. Maddesinde de benzer bir durum vardır. Maddenin 10. Fıkrasında “Göller, rezervuarlar ve yeraltı su kütlelerinden su çekilmesinde su kütle dengesinin bozulmaması sağlanır.” denerek,  su çekme eylemi normal ve meşru kabul edilmekte, sadece bu eylem yapılırken su kütle dengesinin bozulmamasının sağlanacağı iddia edilmektedir. Peki bu dengenin sağlanması nasıl olacaktır? Bir yandan ekonomik ihtiyaçlara öncelik verilirken, nasıl olup ta su kütle dengesi korunacaktır? Bugüne kadar Türkiye ve dünyada inşa edilen HES ve barajlarda benzer dengeler korunabilmiş midir? Yasal metinlerde bu tarz çelişik ifadelerin bir arada yer almasının tek bir nedeni vardır, o da toplumsal ve ekolojik kayıpların gözlerden gizlenmesidir.

Aynı maddenin 12. Fıkrasında bu kez de “Termal ve jeotermal su kaynaklarının miktar ve kalite olarak korunması ve sürdürülebilir kullanımının sağlanması için gerekli tedbirler ilgili idarece alınır veya aldırılır.” ifadesine yer verilmektedir. Bu madde yukarıdaki paragrafta sorduğumuz soruların muhatabının sadece devlet olmadığını, çünkü bu güvenceler için özel sektörün de sorumlu tutulacağını göstermektedir. Başka bir deyişle su kaynaklarının miktar ve kalite olarak korunması işi, bu kaynakları tüketenlere teslim edilecek, yani kuzular kurtlara teslim edilmiş olacaktır. Diğer yandan Madde 10/12 Taslağın barındırdığı iç çelişkiler açısından da son derece çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Bu çelişki, Taslağın giriş bölümünde jeo-termal suların kanun kapsamı dışında tutulacağı belirtilirken; Madde 10/12 de jeo-termal su kaynaklarının miktar ve kalite olarak korunması ve sürdürülebilir korunması işinin şirketlere de gördürülebilecek bir iş olarak tanımlanmasındadır. Başka bir deyişle jeo-termal sular kanun kapsamı dışındaymış gibi gösterilecek ama ticarileşme süreçlerinden muaf tutulmayacaktır.  

Yine 9. Maddede İhtiyaç olması ve potansiyelin de yeterli olması halinde havzalar arası su aktarımı yapılabileceği belirtilmektedir. Bu cümlede iki ayrı belirsizlik havzalar arası su aktarımına gerekçe olarak gösterilmektedir: ihtiyaç olması durumu ve potansiyelin yeterli olması durumu. Birincinin yani ihtiyacın ekonomik olduğu konusunda şüphe yoktur. Potansiyelin yeterli olup olmadığı konusu ise bugüne kadar hiçbir su yapısında dikkate alınmamış bir kriterdir. Potansiyel meselesi devlet ve şirketler için önemli bir öncelik olsaydı Karadeniz bölgesinde kurulan HES’ler derelerin kurumasına yol açmazdı. Kaldı ki hiçbir doğal varlığın potansiyeli kapitalist birikimin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli değildir. Böyle bir ifade olsa olsa su kaynağı potansiyelinin son damlasına kadar birikimin ihtiyaçları için seferber edileceği anlamına gelmektedir.  

İzleme, denetim, bilgi verme ve bildirim yükümlülüğünün ele alındığı 10. Maddede de

(1)    Su kaynaklarının ve doğal mineralli suların kullanım maksadına, çevre ve insan sağlığına uygun olarak yönetimi açısından deşarjlarda ve alıcı ortamda izleme ve denetim faaliyetlerin ya bizzat Bakanlık tarafından yapılacağı, ya da özel sektöre yaptırılacağı;

(2)   Su kaynaklarının ve doğal mineralli suların tahsis maksatlarına ve şartlarına uygun olarak kullanılmasının temini için gerekli denetimlerin, DSİ tarafından yapılacağı veya yaptırılacağı belirtilmektedir.

Yalnızca Su Kanununda değil, yanı sıra Havza Yönetmeliğinde de denetim yükümlülüğü üzerinde durulmakta ve Yönetmeliğin 5/1.d maddesinde etkin bir izleme sisteminin oluşturulması ve izlemenin yapılmasının hedeflendiği belirtilmektedir. İlk anda yüreklere su serpen bu ifadelerin ardından Su Kanununda denetim ve bildirim yükümlülüğü gibi doğrudan şirketlerin çıkarlarını ilgilendiren bir konunun yine şirketlere bırakılması ne denetimin ne de bildirim yükümlülüklerinin hiçbir koşulda gerektiği gibi yapılmayacağını ortaya koymaktadır. Bu faaliyetlerin Bakanlık ya da DSİ tarafından yerine getirilmesinin de benzer sonuçlara yol açacağı düşünülebilir, doğrudur da, ama olayda doğrudan çıkarı bulunan sermaye sınıfı ile belirlenmiş kriterlere göre denetim yapması umulan resmi kurumlar arasında bir fark olacağı da kesindir. Denetim ve izleme faaliyetlerinin bu kanun aracılığıyla zayıflatılmasının nedeni ise, sermaye birikimini yavaşlatabilecek riskleri bertaraf etme kaygısıdır. Söz konusu kontrol mekanizmalarının olmadığı bir ortamda doğa sömürüsü öngörülemez boyutlara ulaşırken, ekolojik yoksunluk canlı yaşamın yalnızca insan değil bütün bileşenlerini tehdit eder hale gelecektir.

Su yönetimi yüksek kurulunun kuruluşu, görev ve yetkilerinin anlatıldığı 11. Maddenin 2. Fıkrasında

“Kurulun başkanı, Orman ve Su İşleri Bakanıdır. Kurul; Bilim Sanayi ve Teknoloji, Çevre ve Şehircilik, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Gıda Tarım ve Hayvancılık,  İçişleri, Kalkınma ve Sağlık Bakanlarından oluşur.”

İfadesi yer almaktadır. 3. Fıkrada sermaye birikiminin bütün sektörlerinin bakanlıklarından oluşacak bu “yüksek kurul”un  toplantılarına konuyla ilgili bakanlar ve kamu görevlileri ile özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve üniversitelerin temsilcilerini davet edebileceği belirtilmektedir. Burada sözü geçen “özel sektör” tüm sermaye sınıfını, “sivil toplum kuruluşları” sermaye sınıfının bizzat kendisi tarafından kurulmuş ve işletilmekte olan STK’ları, “üniversiteler” ise suyun ticari bir mal olmasını desteklemek için “bilimsel” tezler üreten üniversiteleri temsil etmektedir. Sermayenin yerel mücadeleleri içerme stratejilerini ve bu stratejilerin başat aktörlerini daha önceki bilgi notlarımızda teşhir etmiştik. Bilim kurumlarının sisteme nasıl içerildiği konusunda ise bizce bu kadar ayrıntılı bir analize ihtiyaç yok. Çünkü bugün pek çok üniversite gerek tekno-parklar, gerekse sponsorluk ilişkileri üzerinden sermaye çıkarlarını açıkça savunan bir mecraya zaten girmiş durumdadır. Ancak kanun taslağının 11”. Maddesinin 2. Fıkrasında sözü geçen “yüksek kurul”un bileşimi sermayenin içerme stratejilerinde artık daha kurumsal, daha üst bir aşamaya geçildiğinin göstergesidir.

Yine 11. Maddenin 4. Fıkrası altında Havzalar arasında su aktarımı konusunda karar alma görevi de “yüksek kurul”a, yani sermaye sınıfına teslim edilmektedir. Böylece hem havzalar arası su nakli normalleştirilmekte, meşrulaştırılmakta ve yasal bir kılıfa büründürülmekte hem de bu konudaki karar alma yetkisi sermaye birikiminin temsilcilerine bırakılmaktadır.  Havzalar arası su aktarımı konusunda karar alma yetkisini “yüksek kurul”a bırakan bu hükmü, taslağın 3. Maddesinde geçen “su kaynaklarının malik ve zilyedinden bağımsız olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında olacağı” cümlesiyle birlikte okuduğumuzda bilgi notunun ilk sayfasında yaptığımız uyarı ete kemiğe bürünmektedir. Yüksek Kurul sermaye birikiminin bütün sektörlerinin bakanlıklarından oluşacak ve toplantılarına özel sektörü de katabilecektir. Ama görüntüde “kamu”dur, yani çıkarları ortak olan bir toplumu temsil eden Devlettir. Oysa kapitalist toplumların en temel özelliği çıkarları birbiriyle sürekli olarak çatışan farklı sınıflar ve sınıf altı gruplardan oluşmasıdır. Dolayısıyla su kaynakları malik ve zilyedinden bağımsız olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında bırakılacaktır, doğrudur. Ancak devlet toplumsal algıdaki Devlet değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Üstelik, geçmişten farklı olarak bugün Devlet sermaye sınıfının çıkarlarını koruma ve gözetme görevini artık aleni bir biçimde yapmaktadır.

Su kaynaklarının tahsisi ile ilgili 13. Maddede su kullanımları “tahsis belgesi”ne bağlanmakta ve doğal mineralli sular dışında kalan münferit su tahsislerinin en fazla kırk dokuz yıla kadar yapılabileceği belirtilmektedir. Bu kez de su tahsisatlarının normalleştirilip, meşrulaştırıldığı ve yasal kılıfa büründürüldüğü, bunun da basit bir “belge” aracılığıyla yapıldığı görülmektedir.  Kırk dokuz yıllık sınırlama, su tahsisinin kontrol altında yapılacağı gibi bir izlenim uyandırsa da; tek başına suyun birilerine tahsis edilmesi doğrudan ticarileştirmenin bir gereği olduğu için bu sınırlama bir örtü vazifesi görmektedir. Aynı maddenin 6. Fıkrasında ise

“Tahsise konu su kaynağının ve doğal mineralli suların, tamamının veya bir kısmının korunan alanlar içerisinde kalması halinde koruma ile görevli idari birimlerin uygun görüşü alınır.” denmek suretiyle

su tahsisinin “korunan alanlar” için bile söz konusu olacağı açıkça ilan edilmekte, korunan alanlardaki su kaynaklarının tahsisatı ise yalnızca “uygun görüş” alınmasına bağlanmaktadır. Yöntem aynıdır. Olmaz bir şeyi basit bir kurala bağlayarak “olur” hale getirmek, üstelik bunu toplumun genelinden de onay alarak yapmak. Bu bağlamda, örneğin birinci derecede koruma alanı olarak kabul edilmiş bir doğal ormanın su kaynakları, idari birimlerden “uygundur” görüşü alınarak şirketlere tahsis edilebilecek, yani ticarileştirilecektir. Suyu alınan orman, kendisini çevreleyen havadan yoksunlaştırılan insan gibidir. İnsan nasıl havanın olmadığı bir ortamda yaşamını sürdüremezse, ormanlar da su varlıklarının olmadığı ortamlarda yaşamlarını sürdüremez.

Su bilgi sistemi ile ilgili 16. Maddede “Bakanlıkça temin edilen bilgilerden stratejik önemi haiz olanların dışındakiler talep edilmesi halinde kamu kurum kuruluşlarına bedelsiz; diğer gerçek ve tüzelkişilere ise bakanlıkça her yıl belirlenecek bedeli karşılığında verilebilir.” denerek suya dair tüm bilgilerin de tıpkı su varlıkları gibi ticarileştirileceği görülmektedir. Böylece, su varlıklarının envanteri, su tahsislerinin nasıl yapıldığı, izin ve denetim prosedürleri gibi toplumsal mücadeleler açısından hayati önem arz eden bilgilere sadece bu bedelleri ödeyebilecek durumda olan sermaye STK’ları ulaşabilecek, demokratik mücadeleler ise yalnızca doğal varlıklardan değil, doğal varlıkları koruyabilmek için ihtiyaç duyacakları bilgiden de yoksunlaştırılacaktır.

17. madde Çalışma Grubumuz tarafından daha önce analiz edilmiş yakıcı bir başlığa, “Acele Mülksüzleştirme” ye ayrılmıştır. Maddenin 1. fıkrasında tahsis sahibinin, tahsis yapılan alanda, özel mülkiyete konu taşınmazın sahibi ile anlaşamaması halinde, idareye müracaat ederek kamulaştırma veya irtifak hakkı talebinde bulunabileceği belirtilmektedir. 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri referans gösterilerek kurgulanan bu maddede su varlıklarının tahsisatı gibi toplumsal ve ekolojik açıdan bir “olmaz”ı ekonomik açıdan “olur” hale getirmek için sistemin kendi kurumu olan özel mülkiyet hakkı “kamulaştırma” adı altında ihlal edilmektedir. 17. Madde bu kadarla da kalmamakta, arazilerin tahsisi ile ilgili olarak daha önce tapu siciline konmuş yasal itirazların (şerhler) da idarenin müracaatı üzerine ayrıca mahkeme kararına gerek kalmadan silineceğini belirtmektedir. Böylece acele mülksüzleştirme girişimi geçmiş için de geçerli hale getirilerek şirketlerin karşısına çıkabilecek bütün olası pürüzler en kısa süre içinde aşılmış olacaktır.

Taslağın 22. Maddesi ile su tahsisat ve kullanımlarının nasıl ücretlendirileceği konusu düzenlenmiştir. Buna göre tahsis edilen ya da diğer bir deyişle kullanım hakları kiralanan sulardan, su tahsis belgesinde belirtilen miktar su esas alınarak yıllık ücret alınır. Bu arada daha önce 7. Maddenin 2. Fıkrasını yorumlarken dikkat çektiğimiz gibi şirketlere metreküp su miktarları üzerinden verilen taahhütler kuraklık ve benzeri doğal koşullar yüzünden azaldığında taahhüt edilen su kullanım miktarlarının arttırılabileceğini unutmamak gerekmektedir. Bu maddenin ve doğal kaynakların ekonomik amaçlı tahsisinin bir diğer uzantısı da şirketlerin bedelini ödedikleri su miktarlarını mevsim, kuraklık vb. doğal nedenlerle tam olarak çekememesi halinde açacakları tazminat davaları olacaktır. Yuvacık baraj suyunun yabancı şirkete tahsisatında böyle bir sorun olmuş, şirket devlete tazminat davası açarak kaybını misliyle karşılamıştır. Devletin şirketlere ödediği her tazminat işçi sınıfından sermaye sınıfına yeni bir kaynak transferidir.

Aynı maddenin 3. Fıkrasında suları; kullanma maksadı, ekonomik, sosyal ve mahalli şartlar göz önüne alınarak farklı ücretlendirmeye Bakanlar Kurulunun yetkili olacağı belirtilmektedir. Burada su arzı koşulları, su tahsisatının yapılacağı yerlerin su varlıklarına uzaklığı vb. arz olanaklarının da fiyatlandırmada etkili olacağı tespitini yapmak yanlış olmayacaktır. Maddenin 5. Fıkrasında su ücretlerinin, DSİ tarafından genel hükümlere göre takip ve tahsil edileceği; 6. Fıkrasında Su kaynaklarının verimli kullanımı ve korunması için yapılan hizmet, yatırım ve diğer masrafların bedelinin, kullanıcı veya faydalanıcıdan, tam maliyet prensibi esas alınarak, hizmet ve yatırımı yapan idarelerce tahsil edileceği belirtilmektedir. Su hizmetlerinde tam maliyet ve toplam maliyet kavramları Havza Yönetmeliğinin 14/1 ve 2. maddesinde şöyle tanımlanmaktadır

“Su sistemlerinin toplam maliyeti; yatırımın finansal maliyetini, sistemin işletilme ve bakım maliyetini, sabit varlıkların amortisman maliyetini, yönetim ve izleme giderlerini, vergileri, kamulaştırma ve sistemin finansal sürdürülebilirliğini sağlayacak öz kaynak getirisinden oluşan maliyeti ihtiva eder.!!”!

“Su sistemlerinin tam maliyeti, kaynağın toplam maliyetini ve çevresel maliyeti birlikte ihtiva  eder.”

Havza Yönetmeliğinin 14/3. maddesinde su tarifelerinin, tam maliyeti karşılayacak şekilde yetkili idarece belirleneceği belirtilmektedir. Ayrıca, yukarıdaki alıntıda altını çizerek vurgulamaya çalıştığımız “diğer masraflar” Havza Yönetmeliğinin 4/1.i fıkrasında daha detaylı olarak açıklanmıştır. Yönetmeliğin ilgili bölümünde Finansal Maliyet tanımlaması altında

“Su hizmetlerinin sağlanması ve yönetilmesi için, işletme ve bakım maliyetlerini, ana para ve faiz ödemesi dahil bütün sermaye maliyetlerini ve uygun olduğu durumlarda öz sermaye getirisini içeren maliyet”

açıklamasına yer verilmektedir. Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere tahsise ve kullanıma konu olan suyun fiyatlandırılması bilinen “maliyet” tanımlamasının ötesine geçmekte ve kar faktörünü de içermektedir. Dolayısıyla suyun değerinin belirlenmesi işi tamamen piyasaya terk edilecektir. Tahsise ve kullanıma konu olan suyun nasıl fiyatlandırılacağı sorunu birkaç bakımdan büyük bir önem arz etmektedir. Bunlardan birincisi, suyun değerinin tamamen piyasada belirlenmesiyle birlikte su kaynaklarının ve su havzalarının tam bir metalaşma sürecine girecek, yani tamamen rekabete açık hale getirilecek olmasıdır. Doğal varlıkların kendini sürdüremeyecek kadar aşırı derecede sömürülmesine yol açacak bu durum, bir yandan su kaynaklarında kıtlaşmaya yol açacak bir yandan da su fiyatlarının hızla yükselmesine yol açacaktır. Su kıtlığı ve fiyat yükselmeleri olgusu özellikle evsel kullanım ve tarımsal sulama alanlarında kendini daha yakıcı olacak hissettirecektir.  

Su Kanunun 7. Fıkrasında da su kütlelerine, deşarj standartlarına uygun olarak arıtılmış atık su deşarj ederek kirlilik yükü ilave edenlerden kirlilik yükü oranında ilgili idarelerce ücret alınacağı; kirletme ücretleri ile ilgili usul ve esasların bakanlıkça çıkarılacak yönetmelik ile düzenleneceği anlatılmaktadır.  Ayrıca 3096 ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa atıf yapılarak bu kanun kapsamındaki su kullanımlarının -Su Kullanım Anlaşması Yönetmeliği'nde belirtilen ücretler dışında- ayrıca ücrete tabi tutulmayacağının altı çizilmektedir. Özetlemek gerekirse taslağın 22. Maddesi bütün fıkraları ile su varlıklarının nasıl ticarileştirileceğinin, nasıl rekabete açık hale getirileceğinin haritasını sunmaktadır!

Yasak fiillerin ele alındığı 23. Madde ise doğal yıkımları yalnızca basit izin prosedürleriyle sınırlayan fıkralardan ibarettir. Örneklemek açısından bunlardan bir kaçını sayabiliriz: a) Nehir yatakları ve taşkın sahalarından, göl ve kıyı suyu tabanlarından izinsiz kum, çakıl malzemesi çıkarmak; b) Mevsimlik akışlı olsa dahi, dere yataklarını ve taşkın sahalarını izinsiz kapatmak, üzerine yapı yapmak veya tarla haline dönüştürmek  c) Yeraltı sularına izinsiz olarak doğrudan veya dolaylı besleme yapmak; ya da d) Su kaynaklarına ve doğal mineralli sulara izinsiz olarak veya deşarj standartlarının üzerinde atık su deşarj etmek, her türlü kirletici madde atmak veya boşaltmak vd. yasaktır. Bu fıkraları farklı bir şekilde okuyacak olursak, örneğin, nehir yataklarından, göl ve kıyı suyu tabanlarından izin alarak kum, çakıl çıkarılabilecektir. Ya da Dere yataklarını ve taşkın sahalarını izin alarak kapatmak, üzerine yapı yapmak veya tarla haline dönüştürmek mümkün olabilecektir. Benzer şekilde, yeraltı sularına izin alarak doğrudan veya dolaylı besleme de yapılabilecektir. Başka bir deyişle bu yasaklardaki “izin” koşulu, şirketlere yasakları delmenin anahtarı olarak sunulmaktadır. 

Son olarak taslağın 30. Maddesinde bu kanunun diğer kanunlar karşısındaki durumu anlatılmaktadır. Buna göre bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren diğer kanunların bu kanuna aykırı olan hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilmektedir. Örneklendirmek gerekirse bir su varlığının şirketlere tahsisatının Kültür Varlıklarını Koruma kanununun belli maddelerine aykırı olması halinde Su Kanunu geçerli, Kültür Varlıklarını Koruma Kanununun ilgili hükümleri geçersiz sayılacaktır. Benzer bir şekilde su varlıklarının şirketlere tahsisatının insan haklarını ihlal etmesi durumunda da Su Kanunu geçerli sayılacak, insan hakları da ihlal edilecektir ve 30. Madde bu ihlalleri güvence altına almak için tasarlanmıştır. Aynı maddede bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce yapılmış olan su tahsislerine ve verilmiş olan su kullanım izinlerine de bu Kanun hükümlerinin uygulanacağı belirtilmek suretiyle taslağın geçmişe dönük olarak çıkması hedeflenmiştir.  

SONUÇ

Su Kanunu Tasarısı, kanunun yasalaştırılmasını bile beklemeden çıkarılan Havza Yönetmeliği ile birlikte Türkiye’deki tüm canlı yaşam için son derece önemli tehditler barındırmaktadır. Bugüne kadarki ticarileşme pratikleri yasal düzenekler oluşturulmadan önceki süreçler olmaları dolayısıyla yerel halklar açısından su varlıklarının tam olarak metalaşmasından söz etmek, ya da tam metalaşmanın yansımalarının nasıl olacağına dair öngörülerde bulunmak mümkün değildi. Bu yasal düzeneklerle birlikte doğa tüm bileşenleriyle bir bütün olarak rekabete açık hale getirilmiş olacaktır. Bu bağlamda Su Politik Çalışma Grubu olarak bugüne kadar uyarma amacıyla yürüttüğümüz çalışmalarda altını çizdiğimiz pek çok ekolojik ve toplumsal alt üst oluş artık yarının değil, bugünün sorunu haline gelmiş bulunmaktadır. Bu gelişme,  muhalif hareketlerin önüne de daha farklı, daha bütünlüklü, daha birleştirici bir mücadelenin örgütlenmesi gibi önemli bir görev koymaktadır. Buradaki “birleştirici mücadele” ile kast ettiğimiz elbette muhalif hareketlerin hangi mücadelelerle ittifak kurması gerektiği sorununu önemsizleştirmek değil; hatta tam da tersine bu sorunun her zamankinden daha yakıcı olduğudur. Evet, bugün kimlerle yürüyeceğimiz artık çok daha önemli bir karardır. Zira Su Kanunu Taslağı’nın içerdiği STK’lar su mücadelesini baltalamak, zayıflatmak için kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeye    -artık yasayla koruma altına alınmış olacakları için- eskisinden daha gayretli bir biçimde çalışacaklardır. Öyleyse işbirliği yapacağımız mücadeleler en geniş anlamda işçi sınıfı ve onun örgütlerinden başkası değildir.          

 



Bkz.Resmi gazete 17 Ekim 2012, Çarşamba, Sayı : 28444 SU HAVZALARININ KORUNMASI VE YÖNETİM PLANLARININ HAZIRLANMASI HAKKINDA YÖNETMELİK

 

İncelemeler kategorisindeki diğer başlıklar
YAYED Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği Ziya Gökalp Caddesi, No.30 Kat.5 D.17 06420 Kızılay / Ankara, (312) 430 35 60, yayedder@gmail.com
İşbu sitenin tüm hakları saklıdır. Web sitesi içerisindeki dökümanlar yazılar ve resimler kaynak gösterilse dahi, izin alınmadan başka web sitelerine, ticari yayınlara aktarılamaz, kopyalanamaz. © 2012
Web Tasarım